Avrupa İspanya

Endülüs; ılık bir esinti

24 Mayıs 2009

Kaos…
Güzel, temiz bir güne uyanıyoruz.
Sabah erken, çok erken…
Yol boyu, Bingen’e doğru hardal tarlalarını geçiyoruz, tabiat sarıya boyanmış…
Arabalar peş peşe, büyük bir kovalamacayı andırıyor…
Frankfurt havalimanı Hahn’a ulaşıyor…
Doktor’u öpüyoruz ve geri Mannheim’a uğurluyoruz…

Ve kaos başlıyor…
Zannettiğimden çok daha büyük gördüm Hahn Havaalanını…ve kalabalık.
Bagajlarımızı içeri veriyoruz, ama ben veremiyorum, kadın pasaportumun süresinin geçtiğini söylüyor, bakıyorum gerçekten de süresi geçmiş…Zaman daralıyor, kaldık mı yoksa…Polise gidiyoruz, 25 Euro karşılığında sorunu çözüyoruz…
Ama bu kez de gişeden geçerken sorunlar başlıyor…yok iki çanta olmaz, yok sıvı şeyler yasak…
Neyse bir şekilde uçağa ulaşıyoruz…dolmuş gibi, içeri çok havasız..
Karşılıklı üçer kişilik yerler, yer bulan oturuyor, rahatsız edici bir uğultu var içerde…

Ve havalanıyoruz…şiddetli bir baş ağrısı, mide ağrıları, baş dönmesi de çabası…
12.40’a doğru Serez’e iniyoruz. Arabalarımızı havaalanında kiralıyoruz. 6 Adet araba peş peşe Conil’e doğru yola çıkıyoruz…Çok fazla aramadan, kalacağımız yere ulaşıyoruz; Conil de la Frontera.
Burası yeni bir yerleşim yerine benziyor, denize daha doğrusu Okyanusa 10 dakikalık yaya yolu uzaklıkta…Üç bina altı ailelik bir pansiyon…şirin güzel bir yer…sevdim.
Yerleştikten sonra şehri kolaçan etmeye çıkıyoruz, biraz da yiyecek bir şeyler bulma umuduyla…
Ama nafile. Açık yer bulmak mümkün görünmüyor…
Dinçer, Kenan, Ramazan Abi ve ben…dönüyoruz, dönerken şehri de görelim diyoruz.
Sahile doğru iniyoruz, sonsuz bir okyanus, yamaç paraşütü yapanlar havada süzülüyorlar…
Onlar devam ediyor, ben fotoğraflamaya çalışıyorum…


Epey bir zaman geçiyor, sıkılıyorum, etrafı gezmeye başlıyorum, sarı ve beyaz papatyalardan topluyorum, sonra deniz kabukları…
Ve bekliyorum…

Nihayet geliyorlar… eve sadece bir demet çiçek, bir kaç fotoğraf ve deniz kabuklarıyla dönüyoruz…
Papatyaları topladığım için bizim erkek takımının yaptığı esprileri yazmıyorum…
Akşam yaklaşıyor…herkes aç…ben değil. Nedenini ben de bilmiyorum.
Restoranlar 19.30’dan itibaren açılacağı için, bizimkiler bayağı bir açlık sendromu yaşadılar.
Yakın bir Restoran’da bir şeyler yiyoruz, çok pahalı değil, ama ucuz da değil…
Gün bitiyor, biz de günle birlikte bitiyoruz…

25 Mayıs
Güzel bir güne uyanıyorum. Güler yatıyor. Pencereden dışarıyı, temiz havayı soluyorum. Ilık bir esinti yüzümü yalayıp geçiyor. Bugün biraz sahile inip güneşlenmek istiyoruz.

Kahvaltı için arabalara atlayıp alışverişin yolunu tutuyoruz. Marecedo ile Aldi arasındaki kararsızlıktan sonra, Aldi’de karar kılıyoruz. Aldi’yi bir İspanyol sayesinde buluyoruz. Adam bayağı bir sevinçli, kasadakine bizi göstererek İspanyolca bir şeyler söylüyor. Dünkü açlıktan sonra bugün alışverişi bayağı bir abartıyoruz; bir haftalık alışveriş yapıyoruz…

Öğlene doğru Hülya ve Ozan’la birlikte sahile doğru yürüyoruz, diğer grup arabayla gelecek.Deniz dalgalı, güneş fazla yakmıyor. Su soğuk ama, yine de suya giriyoruz…Bir kaç saat güneşleniyoruz, sonra kaldığımız yere doğru yürüyoruz…

Akşam mangal yapıyoruz. Uzunca bir masa hazırlanıyor, güzel bir ziyafet çekiyoruz…Yarın gideceğimiz yerler hakkında düşünce telakisinde bulunuyoruz. Sevilla ağırlıkta. Granada’dan diretiyorum. Yarın gidemezsek bir daha da gidemeyeceğimizi söylüyorum. Granada’dan karar kılınıyor, gelmeyenler olacak.

26 Mayıs

Sabah 7.25’de Güler’le Güneş’in muhteşem doğuşunu izliyoruz.
Arabalar hazır, üç araba yola çıkıyoruz…
Ergün,Hülya,Ozan,Güler ve ben birinci arabada,
Semra Hanım, Gülsüm, Dilara, Damla ikinci arabada,
Duygu, annesi, Mesude, Can ise üçüncü arabadalar..
Yol güzergahını ben belirliyorum ve yola çıkıyoruz…
Yaklaşık 3-3,5 saatlik yolumuz var diye tahmin ediyoruz…

Yol boyunca herhangi bir zorluk yaşamıyoruz. Yorucu olmayan bir yolculuktan sonra Granada’ya varıyoruz…
Granda’ya varmadan çok öncesinde Sierra Nevada dağlarını görüyoruz. Çok uzaklarda üzeri karla kaplı, güzel bir görüntü sunuyor. Şehre girmeden Alhambra’nın şiltini izliyoruz. Granada’nın tepesine oturtulmuş bir saray sanki. Masallar ülkesinde kendini hissetmemek için hiçbir neden yok. Abartısız muhteşem bir saray.

Park ettiğimiz yerde Portakal bahçesi bizi karşılıyor. İnanılmaz bir canlılık var burada. Padişahın ülkesine gelmişiz gibi hissediyoruz.Bizi ellerinde bir çeşit taze baharat olan kadınlar karşılıyor. Daha doğrusu baharatları bize satmaya çalışıyorlar. Bunun anlamını bilmiyoruz tabii.

Ne yazık ki sarayın sadece küçük bir kısmını gezebileceğiz.
Kuleden Granada’ya bakıyoruz. Muhteşem bir görüntü, beyaz ve üzeri gri krem karışımı kiremitli evler müthiş bir görüntü sunuyor…Burası mutlaka görülmesi gereken Albayzin Mahalesidir. Uzunca fotoğraflıyorum. Ama ışık iyi değil, bir şeyler çıkar mı bu fotoğraflardan, emin değilim.

Sonra kent merkezine iniyoruz, yemek için bir yer arıyoruz, bulduğumuz yer Burger King. Ne muhteşem yer ama… Böylece bugün de bir “Endülis Yemeği” yiyemedik…

Dönüş zamanı.
Bu kez Malaga üzeri dönmek istiyoruz. Gelirken Jerez üzeri gelmiştik… Yol yaklaşık olarak aynı ama Malaga üzeri daha rahat geldik sanırım, bunda paralı otobanların rolü olabilir . Tarifa’yı geçtikten sonra karanlık çökmüştü artık. Güneş yeni batmış, gökyüzü muhteşem görüntüler sunuyor; mavi, mor, kızılımsı renk cümbüşü birbirine karışmış. Karanlığın içinde birden önümüze Rüzgar Güllerinin siluetleri çıkıyor.

İnanılmaz bir görüntü..
Ve biz eve doğru yaklaşıyor…

Ergün hızın artırıyor…

27 Mayıs

Bugünkü gezi durağımız Sevilla olacak; Don Quichot’un şehri…

Sevilla, İspanya’nın güneyindeki Endülüs özerk bölgesinde yer alan Sevilla ilinin başkentidir.

Şehir, bir ortaçağ kalesi olan Alcázar ve eski bir caminin yerine inşa edilen dünyanın en büyük Katedralinde biri olan Catedral de Santa María de la Sede gibi tarihi yerleriyle tanınmaktadır.

Flamenko dans gösterileri ve canlı festival kültürüyle, özellikle de şehrin koruyucu azizi Maria de la Sede onuruna düzenlenen Nisan kutlamalarıyla ünlüdür.

Ayrıca tarihi Santa Cruz bölgesini ve María Luisa Parkı’nı da ziyaret edilebilir. Geleneksel Endülüs mutfağının tadını çıkarabileceğiniz birçok iyi restoran bulunmaktadır.

28 Mayıs

“Su atma” haplarımı aksatıyorum, geç aldım, sabaha kadar üç dört defa tuvalete gittim…Sabah geç uyanıyorum. Kahvaltıdan sonra Gibralter (Cebeli Tarık) yolcusuyuz…

İki arabayla yola çıkıyoruz; Semra Hanım, Ozan, Güler ve ben ; Can, Damla, Dilara ve Gülsüm…
Kaç gündür devam eden fırtına bugün de devam ediyor…Yol boyu rüzgar enerjisinin Yel Değirmenleri güzel bir fotoğraf sunuyorlar…Yazık ki duramıyoruz…Şiddetli rüzgar arabayı sallıyor, yolculuk zorlaşıyor.

Gibralter Conil’e yaklaşık 80-85 km uzaklıkta…
Denize sıfır noktada , uzun bir sahil yapım halinde, bir liman, küçük bir liman kenti görünümünde. Uzakta yükselen küçük bir dağ… Akdeniz’e taraf olan yanı kaylarla örülmüş sanki…

Bu ada İngilizlerin denetiminde. İspanyol tarafını geçiyoruz. Fakat İngilizler Pasaportumuzu görünce durduruyorlar, vize almamız gerektiğini söylüyorlar, neyse ki benim için sürpriz değildi, yine de bir şansımız deneyelim demiştik…

Güler’le ikimiz kalıyoruz, diğerleri gidiyor…
Saat 15.05…
Güler’le sahile doğru yürüyoruz…
Rüzgarlı bir hava, Güler üşüyor, oyalamaya çalışıyorum…
Sahilde uzun uzun oturuyoruz, dalgaları seyrediyoruz.

Sonra küçük bir mahalleye doğru yürüyoruz. Şirin evler, turuncu yeşil karışımı…evlerin önü portakal ya da turunç ağaçları.

Epey bekledikten sonra diğerleri de geliyorlar. Saat 20.00’ye doğru evin yolunu tutuyoruz. Bir gün de böyle bitiyor…

29 Mayıs
Geç uyanıyoruz. Kahvaltıda kendimi iyi hissetmiyorum; ateşim var sanki, halsizim, kötüye işaret…Yatağa düşmek demek, hareket edemez duruma gelmek demek; öyle oluyorum…”Domuz Gribi” değil umarım.

Bir yerlere gitmek yine problem oluyor. Bizimkiler gidiyor…Jerez’e
Evde yalnızım ve bu satırları yazıyorum şimdi.
Dışarıda fırtına var, kızların sesleri fırtınaya karışıyor, rüyadayım sanki, uzaklarda siren sesi duyuyorum, sonra çocukların bağırtıları…
Kendimi yalnız hissediyorum, hoşuma gitmiyor değil…
Yalnızlık, çocuk bağırtıları, fırtınanın sesi, terkedilmiş bir sahil kasabası hissi veriyor bana.
Sonra yazmanın bana ne kadar iyi gelebileceğini yeniden fark ediyorum.
Ve hayıflanıyorum…
Beynimde binlerce muhasebe peşi sıra birbirini izliyor, hangisine yetişeceğimi bilemiyorum.
Ve kalem sanki yazmaya susamış gibi durmak bilmiyor, düşünmeden yazıyorum, ya da yazarken düşünceler kağıda üşüşüyor..

İlginç bir şekilde insan üzerine yeniden düşünüyorum. Önüme çıkan gerçeklik ise koskocaman bir BENCİLLİK oluyor…
En kötü yanı ise kendimdeki bencilliği ilk bu kadar açık fark ediyorum…

Her insan “bencildir”. Bunu daha iyi anladım. Bu aynı zamanda kapitalist sistemin mükemmel bir gerçekleşmesidir.
Nerden nereye…
Gerçekten de nerden nereye…Sorun şu ki küçücük yaşam gerçekliklerimizle, yaşam ya da insana ait olan bütün güzellikleri bir anda yerle bir edebiliyoruz, ve bunu yaparken de hiç acı çekmiyoruz…
Bizim bu gezinin ana fikri işte bu!

Ama Endülis “ılık bir esintidir” benim için. Yakan ama yakarken hissedilmeyen Güneşi, farklı bitki örtüsü, kaktüsleri, yiyemediğimiz balık ve yemekleriyle ve izleyemediğimiz Flamenko ve Boğa güreşleriyle “ılık bir esinti” olarak hafızamda yer etti bile…

30 Mayıs

Bugün son gün.
Bugünü Cadiz’e ayırıyoruz.
11’e doğru kahvaltı yapıyoruz. Dört araba bugün Cadiz yolcusu..
Bugün fırtına da durmuş, öğleden sonra Cadiz’e yol alıyoruz, yarım saatlik bir uzaklıkta.
Cadiz bir liman kenti, büyük ilginç bir kent, okyanusu yarıp içine girmiş bir hali var kentin.
Elimizde harita olmadığı için şehri yeterince tanıyamıyoruz. Direkt şehre, oradan da sahile varıyoruz. Sahilde güneşlenmeye başlıyoruz.

Ortalığı kolaçan ediyorum, denize doğru sokulan büyük taşların üzerinde, uca doğru yürüyorum.
Yaşlı bir amca taşların arasında kaybolmuş. 60-65 yaş arası, ama müthiş dinç görünüyor. Üstünde bir şey yok, altına koyu gri bir don giyinmiş, yüz hatların tam göremiyorum, elinde küçük bir kova, bıçağıyla taşlardan ha bire bir şeyler söküyor, midye olabilir diye düşünüyorum, çıkardığı şeyleri küçük mavi bir kovaya atıyor.


Çok da belli ettirmeden birkaç fotoğraf çekiyorum.
Sahile doğru, güneşlendiğimiz yere yürüyorum. Taşların arasında orta yaşlı bir İspanyol daha görüyorum, bunun kovası yok, çıkardığını hemen ağzına atıyor, ilginç geldi bana..
Bu arada sahil bunaltıcı bir balık kokusuna hapsolmuş..

Bir iki saat güneşlendikten sonra Güler’le Cadiz’i keşfe çıkıyoruz. Güler bir gün öncesinde gezdiği için, sanırsın Cadiz’li olmuş, anlatıyor da anlatıyor…

Uzun ve bunaltıcı bir yürüyüşten sonra, şehrin merkezine varıyoruz. En azından biz öyle sanıyoruz. Sarı kubbesi olan kilisenin yanından şehre giriyoruz.
Küçük uzun sokakları şirin bir deniz kasabası tadı veriyor.
Uzunca bir yürüyüşten sonra, daha önce sözleştiğimiz yere varıyoruz. Sedat Abileri görüyoruz, sonra Kenanlar ve Ergünler dahil oluyor…

Yeniden şehri gezmeye başlıyoruz, ama bu kez kısa sürüyor. Akşam olmak üzere, kubbeli kilisenin önünde, Erkan, Kenan ve ben diğerlerini beklerken, uzaktan harika bir müzik sesi duyuyoruz. Cenaze töreni mi yoksa temsili bir tören mi kestiremiyoruz. Önde onlarca gencin omuzlarında cenazeye benzeyen, oldukça güzel nakşedilmiş, katafalk mı desem, öyle bir şey…ardında 60-70 kişilik bando, onun ardında yine gençlerin omuzunda haçtan yapılmış süslü bir tahtırevan..


Kıpır kıpır bir müzik eşliğinde geçip gidiyorlar önümüzde..
Uzaktaki sesler rüzgara karışıyor
Rüzgar kulaklarımıza ılık bir deniz şarkısı mırıldanıyor
Güneş batmaya doğru kendini hazırlıyor, gölgelerimiz büyüyor, artık dönüş vakti…
Conil’e doğru bir günü daha deviriyoruz….

31 Mayıs

Dönüş günü…
Gece terliyorum, sabaha doğru camı açıyorum, sonra sivrisinek saldırısına uğruyoruz, epey bir boğuşuyoruz. 08’de kalkıyoruz, sırtımda bildiğim tanıdık ağrılar, kötü düşünceleri siliyorum beynimden.
Son hazırlıklar yapılıyor. Saat 9.00… az sonra dönüş yolu başlayacak…
Hava bulutlu, ilk defa güneşsiz bir güne uyanıyoruz.

Saat 12.00, Jerez’de hava alanındayız..
Başım müthiş ağrıyor, ateşimde var sanırım, sol omuzumdaki ağrı devam ediyor, dışarıda puslu bir hava var, bekliyoruz…
Küçük bir gezi kritiği yapsam mı diyorum, vazgeçiyorum, gücüm yok.
İspanya, Endülüs ılık bir esinti olarak belleğimde kalacaktır.

Polis kontrolünde ki küçük problemden başka ( problem ise aşırı yığılmadan kaynaklandı, neyse ki fazla uzamadan çözüldü) herhangi bir sorun yaşamıyoruz…

Uçaktayız…
Birazdan uçuşa geçecek uçak, biraz daha iyiyim sanırım
Saat 12.55’te havalanıyoruz….
Havadayız…
Hahn’a doğru uçmaya başlıyoruz, Hahn’da kimin bizi alacağı ise henüz muamma ya da neyle geri döneceğimiz daha belirsiz…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir